28 Aralık 2011 Çarşamba

ÇANTA


Başlığımızın Futbolla ne alakası var diyecek olan okuyucularımız için öncelikle
‘sabır en büyük erdemdir’ diyorum. Morgan Freeman’lı, Brad Pitt’li ve ince sarışın Gwyneth Paltrow’lu ‘Seven’ filminde filmin adında da olduğu gibi yedi ölümcül günah ‘superbia’ yani kibir, ‘avaritia’ yani açgözlülük, ‘luxuria’ yani herkesin anlayacağı gibi Lüküs Hayat’ şarkısında da olduğu gibi şehvet düşkünlüğü, ‘invidia’ yani kıskançlık, ‘gula’ yani oburluk, ‘ira’ yani öfke, kızgınlık ve ‘acedia’ yani tembellik olarak adlandırılırken; bu günahların karşısına erdemler yazılacak olsa ilk sıraya ben ‘sabır’ erdemini koyardım. Başlığımızı şimdi siz sayın okuyucunun genel kültürüne de ufak bir katkı yaparak izninizle futbola bağlayalımJ

Genç, ünlü Yönetmen yeni çekeceği filmi için hayal dünyası geniş, alımlı bir kadın oyuncu aramaktadır. Gazeteye verilen ilan sonucunda yüzlerce kişi o gün yapılacak olan mülakat için kapının dışında sıra olmuştur. Yönetmen ise tek tek görüştüğü adaylardan dolayı giderek daha sıkılmakta ve bu işin bir an önce son bulması için dua etmektedir. O sırada aday seçme odasına Emille adlı bir bayan gelir. Yönetmen alımlı genç bayan ile klasik görüşmesini yaparken, daha önceki sıkıntılarından da yola çıkarak değişik bir şey yapmaya karar verir ve aniden genç bayana arkasında duran çantasını alarak içini boşaltmasını ister. Genç kadın çantadan ilk olarak kırmızı bir elma çıkartır. ‘ Sabah evden çıkarken mahallede bulunan manav hediye etti, sanırım çok açıkgözlü olarak manavdaki meyvelere bakmışım der.’ Sırada genç bayanın makyaj malzemeleri vardır. Makyaja çok önem vermediğini anlattıktan sonra bir kitap çıkar çantadan. Emille bunun son okuduğu kitap olduğunu, henüz kitabın başında olduğunu anlatır ve kitaptaki erkek kahramanın dalavereliklerinden bahseder. Çantadan en son genç bayanın not defteri çıkar. Yönetmen okumasını isteyince, genç bayan duygusal dünyasını yansıtan kelimeleri dudaklarından tereddütsüz bir biçimde çıkarır. Yönetmen başka bir şey yok mu deyince kız çantayı karıştırır ve gizli bölmeden 2 adet fotoğraf çıkarır. Fotoğrafların birinde genç bir adam uyumaktadır. Genç bayan adamın sevgilisi olduğunu, fotoğraf çektirmeyi hiç sevmediğini, o yüzden sadece uyurken fotoğrafını çekebildiğini biraz da dudaklarını sıkarak, utanarak anlatır. İkinci fotoğrafta ise genç bir bayan vardır. Emille fotoğraftaki bayanın annesi olduğunu, annesinin gençlik fotoğrafını sakladığını, bu fotoğrafta annesinin şimdiki halinden daha umutlu ve mutlu olduğunu söyler. Yönetmen sessizce ayağa kalkar, genç bayanı uğurlar, kapıdan çıkarken de genç bayana dönerek, ‘ Emille, arkadaşlar seni arayacak, der.’ Açılan kapıdan dışarıdaki kalabalığı gören Yönetmenin yüzü iyice asılmıştır artık, hafiften ağrımakta olan başını sıvazlarken, kapıdan elinde kahve ile asistanı girer. Kahveyi görünce gülümseyen Yönetmen, aday odasında elinde kahvesi ile gezinirken, sandalyede durmakta olan çantaya ilişir gözleri. Kırmızı çanta az önce odadan ayrılan Emille’e aittir, hemen asistanına döner, ‘Çabuk, kapıdan az önce çıkan kızı yakalayın, çantası burada kalmış der.’ Asistan şaşkın bir şekilde Yönetmene bakar ve ‘Ama o çanta benim der.’ Yönetmen o anda kahvesini düşürür ve ok gibi kapıdan fırlar, aradığı kadın oyuncuyu bulmuştur.

Hikâyemizi ben ‘Satış – Pazarlama Yöntemleri’ adlı kitapta okumuş ve çok beğenmiştim, ancak yazının orijinalini üstat Can Dündar 2004 yılında bir gazete yazısında yayımlamıştır.

2003 yılında yani 100. yılda gelen Şampiyonluğun ardından, Beşiktaş takımı 2004 yılına bomba gibi bir giriş yapar. Ligde oynanan ilk 17 maçta 13 galibiyet 4 beraberlikten ve alınan rekor 43 puandan daha çok, oynanan futbol tüm taraftarı mest etmektedir. Daha cabası, takım Şampiyonlar liginde gruptaki son maçını kaybetse bile diğer maçtan gelecek skorla 2. tura çıkma şansına sahiptir. Yazar bu durumda iken kendi kariyeri için Amerika yollarına düşer. Arada gelir gider ülkesine, her geldiğinde evine gitmeden bile önce İnönü stadına uğrar, ancak bıraktığı takımdan iz kalmamıştır geride. Temelli dönmeye karar verdiğinde ise ülkesine, tarih yaprakları 2007 sonunu işaret etmektedir. 4 yıldır savrulan takım Ertuğrul Sağlam ile düzelme işaretleri vermektedir, ancak hala eksik olan yerler vardır, bu ortadadır. O eksiklik, bir Ukrayna deplasmanında sona erecektir. O zamanlar basit bir Ukrayna köy takımı denen Metalist Kharkiv, daha sonra Türk futbolseverleri tarafından iyi tanınacaktır, hele ki daha sonraları Trabzon forması giyecek olan Jaja 40 metreden bizim kaleyi vurunca ve maç sonrası elenen takımın teknik hocası ‘ Hayat devam ediyor’ deyince değişiklik kaçınılmaz hale gelmiştir.

2008 – 2009 sezonunun 7. haftası öncesinde hafta içi gelir Büyük Mustafa tuttuğu takımın başına. Kabul edilmeyecektir en başlarda taraftarlar tarafından, özellikle de ezeli rakiplerde kazanmış olduğu şampiyonluklar nedeni ile. İlginç bir taktik yaratır önceleri Mustafa, hele ki sezon ortasında 6. sırada kalan Beşiktaş eleştiri oklarının hedefi haline gelince, o bilindik yumruğunu vurur Mustafa, ‘ 26. haftada görüşeceğiz der.’ Beşiktaş o haftaya lider girecek ve sezon sonunda kimselerin beklemediği bir şekilde ligi 6 yıl sonra şampiyon olarak kapatacak, arada bir de ‘klasik Fenerbahçe galibiyeti’ ile ‘Güzel İzmir’de’ Türkiye Kupası’na da uzanacak ve çifte apoletle sezonu sonlandıracaktır. Büyük Mustafa, Türkiye Futbol Ligi rekor kitaplarına 3 büyük takımı da şampiyon yapan tek Hoca olarak geçecek ve Beşiktaş’ın başında çifte Şampiyonluk yaşayan tek Türk Hoca etiketini de alacaktır.

Büyük Mustafa, bunu nasıl mı yapacaktır? Beşiktaş takımı, sıkıcı geçen sezonların ardından, mavi gözlü bir dev aramaktadır. Hayal gücü geniş, inanan, inandıran bir lider gerekmektedir takıma. O sırada kapıdan içeri, mütevazı ama güçlü bir kişilik girer. Ona bir ‘çanta’ verirler, içi doludur çantanın, hem de içinde hiç bilmediği objeler vardır. Çantayı alır lider adam, içinden çıkardığı her objeyi baştan yaratır. Çek bir stoper çıkartır, ona sadece savunma değil, hücumda da gol aramayı öğretir, Gaziantep’ten gelen Toraman adlı stoperden sağ bek ve gerektiğinde ön libero yaratır, yılların istikrarı deli İbrahim’den bir kaptan çıkarır, Ekrem’e futbolu öğretir, orta sahasında Ernst ve Cisse’den harika bir ikili yaratır, Tello’dan gerektiğinde 10 numara çıkarır, yıllanmış şarap misali Şimşek gibi bir Yusuf yaratır, Arjantinli Delgado ile tango yapar, Bobo ve Holosko’dan da birer golcü yaratır. Sonra da o çantayı bırakır ve gider Büyük Mustafa.

Genç Emille ile Büyük Mustafa’nın yolları benzer bir hikâyede birleşir aslında. Hiç bilmedikleri bir dünyadan kaçmazlar, tam tersine müthiş ön görüleri ve hayal güçleri ile pes etmeden mücadele ederek, hakları ile kazanır her ikisi de.

Bugün Holosko’dan ‘cacık’ olmaz diye onu göndermeye çalışanlara küpe olsun Büyük Mustafa, onu nasıl kullanacağınızı sizlere birkaç sene önce aynı sahalarda gösteren mavi gözlü, doğuştan Beşiktaşlı, mütevazı, bu ülkede benzerlerinin ve kendisinin değeri zor anlaşılacak olan, zeki, anlayışlı, esprili, hoş görülü lider, yolun açık olsun.

İran’ın Persepolis takımı ile anlaşan Çeşmeli hocam, uzaklarda olsan da kalbimiz hep seninle olacak, başarılarının sonsuz olması dileklerimle,

Kalın Sağlıcakla,
27 Aralık 2011

AVRUPA AVRUPA DUY SESİMİZİ PART I


1980’li yılların sonunda, henüz çocukluk yıllarımdan aşina olduğum, naçizane tribün marşları içerisinde yerini alan bir tezahürattır başlığımız. Özellikle yıllarca Avrupa adı verilen arenadan boynu bükük ayrılan hem Kulüp takımlarımız hem Mili takımımız için yazılan, her sözünde hem bir başkaldırı hem de bir eziklik barındıran bir marş idi. İşte bu Türklerin ayak sesleri, Türklerle kimse başa çıkamaz, Avrupa i…  kolla kendini diye de devam ederdi.

O yıllarda başlayan maceradan bu yıllara birçok acı tatlı anı transfer oldu. Bazı Kulüp takımlarımız inanılmaz başarılar kazanırken ( bkz. Galatasaray ) diğerleri idare etti, Milli Takımımız ise bir dönem altın yıllarını yaşadı. ( 2002 Dünya Kupası )

Diğerlerinin maceraları başka bloglarda ele alınadursun, biz gelelim ‘Beşiktaş kanserinin Avrupa maceralarınaJ’ 7 yaşında iken başladı benim maceram takımımla. Hello, Ola demeyi öğrenmeden Avrupa takımlarının isimlerini, futbolcularını öğrenmeye başlamıştık. İlk isim İnter idi. Siyah – yeşil çizgili çirkin formaları ile sahaya çıkarlardı o zamanlar. İstanbul’da Avrupa devi denen takıma kafa tutarak 0 -0 berabere kalmış, İtalya’da ise Feyyaz’ın golüne rağmen 3 – 1 yenilmiştik bu deve.

90 -91 sezonunda ise gözümüz Malmö maçlarına çevrilmişti. O zamanki ismi ile Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ilk turunda deplasmanda bu takıma son dakikada gelen Recep röveşatası ile 3- 2 yeniliyorduk, evet kendi kalesine atmıştı. Yıllar sonra Feyyaz bu golü şöyle anlatmıştır: ‘ Recep, benim oda arkadaşımdı. Pek konuşmazdı, maçtan sonra odaya çekildik, ben televizyonu açtım, bir baktım televizyonda o akşam oynanan maçların özetleri var ve bizim Recep’in attığı gol gecenin golü seçilmiş.’ Yıllar sonra Recep bir inanılmaz golü de Milli Takım forması ile orta sahadan İsviçre’ye atacaktı. Bu sefer rakip kaleyeJ

Bu maçın rövanşı, yaşıt ve daha büyük Beşiktaşlılar tarafından ‘ Bir büyüğe değer’ olarak anlatılır. 2- 0 öne geçen Beşiktaş tam turu geçti diye sevinirken, maç 2- 2 olmuş ve Kara Kartal elenmiştir.

Hemen bir sene sonrasında 3 sene üst üste şampiyon olan ‘Harika Takım’ yine o eski ismi çok uzun olan Kupada bu kez günümüzde UEFA kupasında Trabzonspor’un rakibi olacak PSV ile eşleşmişti. İstanbul’da ilk maç 1–1 biterken ‘Kesin elendik’ denen takım, deplasman maçının henüz başında ‘Sarı Metin’ Tekin’in ceza sahasının dış sağ çaprazından yaptığı harika stop-jump shot vuruşu ile Dünyanın o zamanlar en iyi kalecilerinden Van Brukelen’i mağlup ederek öne geçiyor, bendeniz de o zamanki evimizin salonunda 7 tur tavaf atıyordum.
( Evdeki ilk Kâbe turumdur aynı zamanda, bu alışkanlık hala devam ettirilmektedir ) İlerleyen dakikalarda bir daha orta sahayı geçemeyen Beşiktaş inanılmaz Hollanda baskısına 2 kez yenilince yine eleniyor, bize Sarı Metin ile Şevval yengenin aşkı kalıyordu.

93 – 94 sezonuna geldiğimizde bu kez harika takım dağılmış, hafiften şikeci Galatasaray egemenliği ligde başlamış iken, Kara Kartal bu kez o eski zamanların müthiş deyimi ile 2 numaralı kupada, Kupa Galipleri Kupasında bir başka Uçan Hollandalı ( bkz. Karayip Korsanları ) Ajax ile eşleşiyordu. Avrupa’nın o zamanki Futbolcu fabrikası olan Ajax daha sonra her futbol severin tanıyacağı Jari Litmanen, Overmars, Frank Rijkaard, Van Der Sar, De Boer kardeşler ve benim favorimJ Finidi George’lu kadrosu ile mutlak favori çıktığı maçta Beşiktaş’ın ilk ve sadece o maç için giydiği mor Show TV forması yüzünden şaşırmış, henüz çocuk olan Sergen’in ara pasıyla Şifo kaleci ile karşı karşıya kalmış ve PSV maçı gibi koca maç boyunca orta sahayı topla geçtiğimiz tek anda golü atmıştık. Maçı anlatan o zamanların toy şimdilerin süper spikeri Ercan Taner abimizin uzun soluklu ‘Gol’ bağırışı hala kulaklarımda çınlar. Sonrasında bizi küçümseyen Ajax, kalemizi ablukaya almış, o zamanların meşhur kalecisi, şimdinin kaleci antrenörü olan Zafer abimiz, 82. dakikaya kadar 2. golü yememişti. Rövanşı ise sanırım hiç kimse hatırlamak istemez. Maçın hemen başında fuleli Oktay çaprazdan girmiş, kaleci ile karşı karşıya iken topu ayağına dolaştırmış, sonrasında ise aynı dolaştırmayı yapmayan Hollandalılar uçarak bize 4 gol atmışlar ve Beşiktaş yine elenmişti. O zamanlar defansın arkasına koşarak değil uçarak giden Overmars ve Litmanen’i gördüğümde meşhur cümlemi ilk kez kurmuştum. ‘ Bunlar futbolcu ise bizimkiler ne BabaJ’ Aynı cümleyi hala anı olarak her El Classico sonrası Türkiye ligine ithaf ederek kullanırımJ

Bu acı hatıralardan sonraki seneler daha çok Türk Hakemleri yetmedi, sıra Avrupalı hakemlerde dediğimiz, ‘Bizi Avrupalı hakemlere emanet ediniz.’ Dediğimiz cümlemizi bize hatırlatan maçların oynandığı yıllardı. İlki kuşkusuz, 95- 96 Şampiyonlar Ligi eleme maçı idi. Galatasaray ilk kez yeni adı nihayet konan Şampiyonlar Ligi’ne kalmış, onun ardından ikinci Türk takımı apoletini alma şansı ise bize doğmuştu. 95 sezonunu Daum önderliğinde Şampiyon kapatan takım Rahmetli ( toprağı bol olsun ) Cenk Koray sunumunda Kaleci Şener, Rıza ve Şifo ile şampiyonluk şarkılarını söylemiş, Dansöz Asena ise şampiyonluk dansını yapmıştı. ( Asena buradan sonra ünlü olmuştur ) Sıra Norveç temsilcisi Rosenborg’a gelmişti derken, bu kutlamaların acısını deplasmanda 3- 0 yenilerek almıştık. Rövanş öncesi iki Alman Daum ve Kuntz, bu takımı İstanbul’da boğarız derken, Kuntz’un kankası Alpay da Televole kameralarına ‘iiiii’ diye onay veriyordu. (bkz. Alpay’ın gülmesi )

Norveç’te kötü goller yiyen Aumann, vatandaş torpillisi olarak gene kaleye geçmiş, şampiyonluk şarkıları söyleyen Şener ise ‘sesi kötü’ diye yedekte bırakılmıştı. Maçın hemen başında Kuntz, mucize skorun müjdesini verirken, başta bahsettiğim o Fransız hakem Marc Batta ( ismini hiç unutmadım BattaJ ) çizgiyi geçen golümüzü vermemiş, üstüne üstlük hakeme itiraz eden Beşiktaşlılar arkayı unutunca kontra yakalanan savunma değil de,  ilk maçta olduğu gibi gene Aumann hatayı yaparak golü yemişti. Buna rağmen yılmayan Kartal skoru 3- 1 yapmış, 5 gole ihtiyacı varken bu kez de aynı hakem %100 penaltıyı çalmamış ve turu resmen Norveçlilere vermişti. Maç sonrası sevinen Norveçlilerin hocası maçtan sonra resmen hakeme teşekkür etmiş, bizim yöneticiler ise misafirperverlik örneği olarak ilgili hakem ve eşine İstanbul turu hediye etmişler, hatta bu tur da o zamanların meşhur magazini Televole’de yer almıştı. Ben ise, her daim en favori spikerim olan ve Beşiktaşlı olan Ercan Taner’in maç sonrası ‘Kara gömlekli, kara vicdanlı Fransız Hakem’ sözünü hiç unutmam. Bu laf bana hep ‘Hababam Sınıfı’ Kara Mahmut ile Şener Şen’li Veciii filmini hatırlatırJ

Bu maç Beşiktaşlılar için ‘Çok Koyan’ maçlar listesinde kesinlikle ilk sıralarda yer alır. Bununla beraber unutulmayacak Valeranga, Valencia maçları da vardır, ancak ey okur, çatlama, devamı sonrayaJ

Şimdilik,

Kalın Sağlıcakla,
22 Aralık 2011



NEREDESİN SEN


Neşet Ertaş ustanın nadide eserlerinden birisidir ‘Neredesin Sen’ türküsü. İş-güç, koşturmaca derken bir baktım uzak kalmışım blogger kariyerimdenJ En son yazımı 21 Kasım’da Galatasaray derbisinden sonra yazdığımı görünce ve siz değerli okuyucularımın özlemlerini hissedince ( 6. hissim fena kuvvetlidir J ) aklım başıma geldi, bu uzaklığa artık bir son vereyim dedim.

Önce gündem diyelim o zaman. 3 Temmuz 2011 günü başlayan ve şu ana kadar Futbolun üstüne, gün itibari ile İstanbul’un üstüne çöken kara bulutlar gibi çöken sözde ‘Şike Soruşturması’nın’ Beşiktaş ayağı, en başından beri umutla beklediğimiz ve her zaman söylediğimiz gibi ‘Şerefinizle Oynayın, Hakkınızla Kazanın’ mottosu ile sona erdi ve Beşiktaş’ın çocukları Serdal Adalı, Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş serbest bırakıldılar. Tabii ki daha gereksiz bir Mahkeme aşaması olacak, ancak kayıtlardaki telefon görüşmelerinde ‘Şey’ lafından başka bir şeyin geçmediği ‘İddianame’den’ olumsuz bir ceza çıkmayacağını bizimle ilgili 15 sayfayı okuyan herkes rahatlıkla anlayabilir.

Bu 15 sayfada en çok dikkatimi çeken savunma ise tabii ki Yıldırım Demirören’e aitti. Her daim Başrol oyuncusu olmayı kafasına koyan Yıldırım Başgan’ a karşı Serdal Beyin eğer gerçekten böyle bir şey varsa ( ki ben yerinde olsam kesinlikle kızardım )  Yıldırım’a olan kırgınlığının sebebi bu savunma metninde çok açıkça belirtilmektedir. Savunmada dikkat çeken cümleler şöyle; ‘Ben bu futbolcuların transferinden bihaberdim, ben zaten transferle ilgilenmem’ ile ‘ Ben İskender Alın’ı tanımam, kim olduğunu bilmem’. Birinci cümlenin meali, ortada suç varsa ben bilmem, hiç ilgilenmedim iken, ikinci cümlenin meali, bu blogda her zaman belirttiğim gibi ne kadar ‘başarılı’ bir başkanımız olduğunu göstermektedir. Beyimiz, geçen sene ligde oynanan 2 maçta da bize gol atan İBB forvet oyuncusunu tanımamaktadırJ

Aradan geçen bir haftada serbest kalan arkadaşlarımıza sevinmemiz sürerken, olay gene detaylara geldi maalesef ve gündem bir anda Tayfur – Carvalhal değişikliğine döndü. Sezon başındaki planlamada ikilinin beraber çalışacağı göz önüne alınacak olursa, aslında çözüm o kadar da uzak ve zor gözükmüyor. ( yazı yazımından 1 gün sonra çözüm bulundu, Tayfur sezon sonuna kadar Genel direktör oldu, Carvalhal takımı çalıştırmaya devam edecek. )

Gelelim boşlukta oynanan müsabakalara. Avrupa Liginde Karakartalımız, deplasmandaki Maccabi maçında değil de evinde Kiev maçında puan kaybeden ve İstanbul’a 2. takımını getiren, aynı zamanda yanlış hava alanına inerek tarih yazan burnu büyük Stoke denen takımı penaltı kırmızı karttan sonra evire çevire yenince, Futbol, Basketbol, Hentbol yazımın sonunda yapmış olduğum gruptaki puan hesaplarını harfiyen uygulayarak grup lideri olarak UEFA kuralarına katıldı. Bundan önce ise bu sayfalarda çokça eleştirdiğim, geçen seneki performansından çok uzak olan Q7, İsrail deplasmanında tek başına maç alırken, arkadaşları Q7 daha da büyüsün diye iki tane hediye gol yiyerek bizleri ekran başında gene ‘kanser’ etmişlerdi. Bu maçta en çok konuşulan sahne ise son dakikada çalımlarla resital yapan Q7 kaleye ve gole giderken yerde bacağı havada yatan Maccabili futbolcu idi.

Kura çekiminde ise geçen senenin finalisti Portekizli Braga ile eşleşmemiz oldukça ‘romantik’ bir eşleşme oldu. Carvalhal’in Braga’da doğmuş, büyümüş olması, Futbola bu takımda başlaması ve ayrıca bu takımı teknik direktör olarak çalıştırması kadar, takımımızda bulunan ‘Portekiz Çetesi’ için de evlerine güzel bir yolculuk olacak. Şimdilik en önemli ayrıntılardan biri de Braga takımının iki tarafı dağ ve yamaçlardan oluşan stadı oldu.

Her Avrupa kura çekimine deplasmanda maç seyretmek için yurt dışı seyahati amacı ile bakan bendeniz ise, Braga’yı elememiz halinde karşımıza çıkacak olan Lazio – Atletico Madrid eşleşmesinden hiç memnun kalmadığımı belirtmeliyim. Braga karşısında şanslar Mustafa Hoca’ma sevgilerimle %51 bizde iken, bir sonraki eşleşmede ‘ Futbol Şansı’ için Allaha yakarmamız gerekeceği aşikârdır. Burada da ‘dişe diş, kana kan, intikam’ tezahüratı arasında ben Lazio seçeneğini işaretlerim. ( bkz. 2003 UEFA kupası çeyrek finali ) Faşist tribünleri ile ünlü mavilere karşı anarşist tribünleri ile ( Çarşı ) siyah beyazlıların eşleşmesi bu açıdan da ilginç olacaktır.

‘Anamızın ligine’ döndüğümüzde, ezdiğimiz ancak yıkamadığımız Galatasaray bizim maçtan sonra ligde 5 de 5 yaparken, biz ise liderlik hesapları yaptığımız bu periyotta son 2 hafta beraberlikleri ile 5 maçta 11 puan topladık.

Maçları irdeleyecek olursak, Trabzon deplasmanı Galatasaray derbisinden sonra olması ve Maccabi maçından da önce olması ile çok önemli bir müsabaka idi. Trabzon – İnter maçını yerinde gözlemleyen Carvalhal, eksik kadromuzu defans önünde Toraman seçeneği ile tamamlayarak, tek gol şansı Burak olan Karadeniz ekibini kilitledi. İlk kez Q7’yi neredeyse serbest oynatan Carvalhal bunun karşılığını mükemmel bir performansla geri aldı. Maç boyu Tolga’ya takılan Q7, sonlara doğru gelen penaltı ile işi bitirdi ve 3 puanı bize yazdırdı. Bunu yaparken aşırı gol sevinci gösterdiğinden kart görünce Ordu maçında cezalı duruma düştü. Maçın en dikkat çeken yönü, Burak Yılmaz’ın anlamsız hareketleri idi. Bu huyları ile giderek Emre’ye benzemeye başlayan Burak, bundan bir an önce sıyrılıp, sadece futbola konsantre olursa takımını da yeniden taşımaya başlayabilir.

‘Fuck u Eboue’ bağırışlarını Maymun diye çeviren TFF cezası yüzünden Antalya’da oynanan maçta ise, Beşiktaş 3 gün önce İsrail’de alınan son dakika galibiyeti nedeni ile moralli olarak Orduspor karşısına çıktı. Veli atana kadar sahada uyutan maç, Ordu’dan Culio’nun saçma şutunun Cenk tarafından yine saçma karşılanması ile canlandı. Cenk aynı golü bire bir İsrail deplasmanında da yemişti. Hala büyüyecek! Neyse ki Digitürk spikeri deyimi ile ‘Altın Kafa’ Ernst golü attı da 3 puan yine bize geldi.

Antalya’dan Manisa’ya geçen takım, ligin formda ekiplerinden Tarzanlar’ı Q7 frikiği ve Pektemek deparı ile sürklase ederek 4 gollü bir galibiyet alırken, bu maçta maalesef formda Q7’yi ise sakatlık müptelasına bırakıyordu.

Belalımız İBB karşısına eksik bir kadro ile çıkan siyah beyazlılar, 70. dakikaya kadar yine uyuttuğu maçta Pektemek şans golü ile öne geçiyor, ancak liderlik geldi derken 86. dakikada beraberliği veriyor ve 2 puanı bırakıyordu.

Samsun deplasmanında ise 15 haftada 9 gol atan rakipten ilk golü yiyen Beşiktaş, 76. dakikada kendisine geliyor, 1 puanı kurtardıktan sonra 3 puan için saldırıyor, ancak süre buna müsaade etmiyordu. Bari bu maçta sadece Sivok – Sidnei değil, biraz daha fazla rotasyon yapsaydık. Aynı hatayı Carvalhal Gençlerbirliği maçında da yapmış ve 2 gollü önde girdiğimiz devrenin ardından maçı 4–2 kaybetmeyi başarmıştık.

28 günlük yazı aralığında Beşiktaş takımının 5 lig, 2 Avrupa kupası, toplam 7 maç yaptığını düşündüğümüzde hali hazırda bulunulan pozisyonun fena olmadığını düşünmekle beraber, sezon sonu için pek bir ışık olduğunu söyleyemiyorum. Hatırlayınız, geçen sene de Beşiktaş 14 puanlık farka rağmen, ilk devre sonunda Simao ve Almeida transferleri ile Şampiyonluk demiş, lige erken havlu atarken, bir de Avrupa semalarında Kiev hezimeti yaşamış idi. Dolayısı ile bugün gelinen noktada, sezonun geçen seneden daha iyi ya da daha kötü biteceğini iddia edebilmek mümkün olmasa da, yorgunluk yüzünden oynanan futbola bakarak pek de ışık vermediğimizi itiraf etmek gerekir.

Her şeye rağmen ‘İnadına Beşiktaş’

Kalın Sağlıcakla,
19 Aralık 2011

21 Kasım 2011 Pazartesi

SALDIR CİMBOM OK LET’S GO OLEYYYY


Sözde-güzel bir İstanbul derbisi için yazımı yazmadan önce başlık konusunda çok düşündüm, sonra da maçla da ilgili olması açısından ‘Mozart’ın’ bile mezarında takla attığı, ‘Nasıl olur da bu eseri ben yaratamam’ diye dövündüğü, gelmiş geçmiş en yaratıcı tribün marşını uygun gördüm. Sebebi de ilgili marşın yaratıcılığı gibi Galatasaray ve Fatih Terim ile Beşiktaş ve Carvalhal’in de aynı yaratıcılığa sahip olmaları tabii ki de, inananaJ

Açıkçası bu maç için çok önceden kampa girmiştim. Yoğun maç trafiği nedeni ile ( thanks to TFF ) takımım gibi ben de haftada 3 maç, 15 günde 6 maç yapınca dürüst olmak gerekirse yorulmuş, bitap düşmüştüm. Ancak, beni çok da enterese etmeyen Milli Takım arası nedeni ile dinlenince taraftar olarak ben de kendime geldim bir nevi. Maç öncesi içimde yanan ateşi söndürmem mümkün olmadığından, çevremdeki insanların fark edebileceği şekilde sağlam bir heyecan kaplamıştı bünyemi, hele ki maçtan bir gece önce kankamın cep telefonuma göndermeye başladığı ‘saygılı’ Galatasaray aleyhindeki Beşiktaş marşları ile bünyem bir derbiye daha hazır hale gelmişti.

Ayamama deresinin coşması ve aynı günlerde evde yatak döşek yatarak izlediğim bir ‘Rüştü’ faciası olan 3-0’lık mağlubiyetten bu yana sarı kırmızılılara karşı üstünlük kurmamızdan, son 15 yılda İnönü semalarında rakibe sadece 1 kez o da ‘Hasan Kabze’ mucizesi ile kaybetmemizden mütevellit ( her ne kadar ‘İstatistik rakamsal bir yalandır’ mottosu ile hareket eden birisi olsam da ) derbiye rahat olarak hazırlandığımı söyleyebilirim. Kız arkadaşımı Bilyoner’den ‘ Topla parayı bas Beşiktaş’a’ diye telkin edip, ailemizin damadı Galatasaraylı Güneş’i ve onun sayesinde Galatasaraylı olan kardeşimi ‘tecavüz olur’ diye yatıştırıp, maç öncesi sadıcım ve kankamla da ‘Hepimizin altıncı hissi fark olur diyor, ne iş’ muhabbetini yaptıktan sonra Lig TV ve maç saati için artık hazırdım.

Ancak, maç öncesi olan tüm agresifliğim, kendimden emin tavırlarım, 89 yılındaki derbilerde sokaklarda televizyon spikerinin arkasında duran taraftarlar gibi ellerimle ‘5’ işareti yapan şımarıklığım, kısacası içimdeki her şey Q7’nin çirkin hatta sanırım sarı-kırmızı kramponlarını görünce ve ısınırken ‘ortada sıçan’ oynarken topu kaptırınca ‘ortaya girmem, ben mızıkçıyım’tavırları arasında sakatlandım numarası yapması ile son buluverdi. O andan maçın 20. dakikasına kadar neredeyse tepkisiz, sessiz bir şekilde maçı izledim. Komşular bile bir ara kapıyı çaldılar, ‘İnanç Bey iyi misiniz diye’. Kapıcı çöpü almaya geldi, tamamJ

Tam bana ne oldu ya derken 20 dakikadır sahasında topun arkasında bekleyen, rakibinin top çevirmesini izleyen, rakibin de ‘Vay be ne takımız biz, ilk 20 dakikada topla oynamada kesin üstünüz’ edasını sadece seyreden Beşiktaş o dakikadan itibaren biraz önde basmayı akıl edince ortaya 25 dakikalık bir saldırı çıktı. Sağlı sollu gelen Beşiktaş ile bendeniz de kendime geldim, 2 top direkte patladı, ben de yerimden zıpladım, ancak maalesef İstinye Park’ta gördüğümde ‘Bebeymiş bu ya’ dediğim Muslera ve FM ( Football Manager ) mucizesi Semih Kaya iki başlarına bizi durdurmayı başardılar.

İkinci yarının başında Lig Tv’nin yeni icadı ‘ En iyi teknik adam seyircidir’ manalı ‘SMS yiyici’ yeniliği ile ‘Oyuna kim girsin kim çıksın size soruyoruz’ anketinden çıkan sonuçları İmparator Fatih Terim de soyunma odasından izleyince, ilk yarıda sağ kanatta Q7 karşısında otobandaki Murat 124 ile Ferrari gibi olan Ayhan Akman oyundan çıkıp, en azından aynı otobanda Mercedes olabilecek muadili Sabri oyuna girdi. Bu değişiklik hem Fatih Terim’i kendi seyircisi gözünde bir kez daha İmparator yaptı, Kahvedeki Fikret Amcayı ‘ Görüyon mu benim dediğimi yaptı’ dedirtti, hem de Beşiktaş tribünlerinin olası gelebilecek ilk gol sonrası Ayhan Akman adına bestelediği güzelim eserin söylenmesine mani oldu. ( bkz: suç sende değil seni doğuran anada)

Bizim tarafta ise Carvalhal klasik 60. dakika değişikliği için Necip’i kenara ısınma amacı ile yollarken Sabri üst üste gelen maçlardan dolayı ‘uf oldu’ ve GS için mecburi taktik değişikliği geldi. Oyuna giren Necip ile Beşiktaş hareketlenince ( Melo’dan 1 dakikada kaptığı 2 top ) Beşiktaş bu sefer bu işi bitirdi söylemi ise aynı Necip’in 5 dakika sonra sakatlanması ile son buldu.

Bundan sonrası ise başlık temalı oldu. İki büyük takım adeta bu seneki profillerini sahaya yansıtırcasına ‘Bizden cacık olmaz’ anlamında bir Futbol oynarlarken, Delgado’yu 3 sene önce İngilizce bilmediği için oyundan atan Çakır Cüneyt lakaplı, günümüzün Avrupa’da bile değeri anlaşılan ( nasıl olduğunu kimse bilmiyor ) hakemi maçın yine önüne geçercesine saçma düdüklerle vizyona çıkıverdi.

İngiltere liginde oynarken 1 metre ötesindeki seyircilerden görmediği ilgiyi İnönü tribünlerinden gören Eboue, takriben yine 1 metre ötesine düşen su şişesini kafasına gelmiş gibi aksettirince tribünlerden ‘And the Oscar goes to’ cümleleri ile birlikte sinemalarımızda çevirisi ‘Lanet olsun’ olan kelimeler duyulmaya başladı. Bu şenliğe ‘İngiltere 3. lig topçusu, ancak Milli takımın değişmezi’ Lafım sana Kazım ile, 28 yaşında olup Trabzonspor’da rotasyon topçusu ama Sarı- Kırmızılarda kurtarıcı rolündeki Baytar Engin de katılınca ortaya tam ‘Çerezlik’, bol küfürlü, bol yabancı maddeli bir Amerikan filmi çıktı.

Sonuçta Avrupalı Cüneyt düdüğü çaldı da, başlıktaki marş gibi rezil olan derbi son buldu, bize de maç öncesi heyecanımız kaldı sadece. Maç sonrası yansımadı kameralara ama Fatih Terim ile Cüneyt Çakır arasında güzel bir diyalog geçti. Cüneyt dedi ‘ I stop game, match is good’ Terim dedi ‘ I do not want to see the back, I wanna see the front’

Sadede gelirsek, bence Fenerbahçe ve Trabzonspor Play-off denen saçmalığa kesin katılırlar, benim tahminim her ne kadar şimdiye kadar yanılsam da Bursaspor’un da bu gruba katılacağıdır, ancak en başından beri söylediğim gibi ya GS ya da biz bu saçmalığın dışında kalacağız. Galatalıları yorumlamak bana düşmez, zaten pek sevmem de kendilerini, ancak takımım adına söylemeliyim ki Guti gittiğine göre, Fernandes de olmayacaksa bir an önce o bölgede Veli, Ernst, Necip gibi koşan ama topu ileriye taşıyan, 3. bölgede de daha yetenekli top dağıtan bir kişiye kesinlikle ihtiyacımız var.

Q7, ligde oynanan 11 resmi maç, Avrupa Liginde oynanan 6 resmi maç geride kalmasına rağmen hala gol atamamıştır. İşi gol atmak değil ki diyenler için ekleyeyim, aynı maçlarda yaptığı asist sayısı üçtür. ( rakam ile 3)

65. dakikada soyunan binlerce Beşiktaşlının dediği gibi ‘üşüyorum be blog, hatta donmak üzereyim ama haberim yok’ İşte Beşiktaş da bundan hallice!

Kalın Sağlıcakla,
21 Kasım 2011

Ali İnanç İnal













18 Kasım 2011 Cuma

DU JOUR AU LENDEMAIN



‘Şanslı Bir Gün’ 2006 yılında gösterime giren ‘ilginç’ bir Fransız filmi, aynen diğer Fransız filmlerinde olduğu gibi. Kendilerine ‘has özelikleri’ ile Fransızlar, insanların ilk bakışta anlamakta zorluk çektikleri ama sonradan anladıklarında zevk alabildikleri şeyleri yaratmaya yani bir nevi ‘ukalalık yapmaya’ bayılırlar. Bilmedikleri ve unuttukları ise çoğu kişinin anlama sürecinden sıkılıp bu şeyleri yarı yolda bırakmasıdır. Naçizane yazarınız bu filmi bırakmayıp izlediğinde hoşuna gitmişti açıkçası ancak bir yazısının içeriği olacağını o anda tahmin edememişti.

François Berthier karakter olarak biraz ‘loser’ bir tip olarak karşımıza çıkıyor filmde, esası tam bir cehennem hayatı yaşıyor gibi. Günlük yaşamında düzgün giden tek bir şey yok. Penceresiz bir odada uzun saatler boyu çalışıyor, karısı ondan boşanmak istiyor, patronu gün boyu onu taciz ediyor, hatta kahve makinesi bile ona kin duyuyor sanki. Ancak bir gün, biri ona şans değneği değdirmişçesine her şeyin yolunda gittiği bir hayata kavuşuyor. Patronu ona haksızlık yaptığını söyleyerek onu terfi ettiriyor, karısı ondan ikinci çocuğu istiyor, kahve makinesi bile ilk kez püskürtmeden ona kahvesini sunuyor. Gel zaman git zaman bizimki işlerin ters gideceği anı beklemekten kafayı yiyerek, her şeyin eskisi gibi kötüye gitmesi için çabalamaya başlıyor. Çünkü işlerin iyi gitmesi ve mutlu olmak bünyede ters tepki veriyor. Bu durum nedeniyle bir psikiyatri kliniğine bile yatıyor. Tabi film mutlu son ile bitiyor yani kahve makinesi yine su püskürtüyor ve bizimkinin aklı yerine geliyor.

Şimdi buradan 3 Kasım 2011 Perşembe akşamına, İnönü stadına saat 21: 45’e bağlanalım. 20 yıldan belki biraz fazla süredir devam eden futbol ve en önemlisi Beşiktaş maçları izleyiciliğim esnasında ‘Şahit’ olmadığım, bir daha da en azından Beşiktaş kalesi civarında bile tanık olmak istemediğim o ‘nadir’ pozisyona gelelim. Kesinlikle ileride Beşiktaşlı oğlan çocuğu isteyenlerin, dileyenlerin ‘bir şekilde kayda alıp’ ileride makul yaşa ulaşan oğullarına izletip ‘ Bak, oğlum biz ne acılar çektik, ne kanserler yaşadık’ diyerek hatırlayabilecekleri o pozisyona gelelim. Hani Cenk’in kaplan kesilip 20 saniyede 4 kez kurtarış yaptığı, Sivok’un, Veli’nin ve Ernst ile İsmail’in kale çizgisinde Osmanlı’ya yapılan modern ‘Viyana Savunmasını’ yaptıkları, o çirkef Ukraynalıların tek çirkef olmayan adamı olan kalecileri Oleksandr Volodymyrovych Shovkovskiy’in ‘bizim’ kale çizgimizin yaklaşık 0,7 metre dışında uçarak kafa atmaya çalıştığı pozisyonu diyorum canım. Hatırlayın artıkJ

İşte bu pozisyonu, bugün maçtan saatler sonra sakin bir bünye ile tekrar izlediğimde aklıma hemen ‘Şanslı Bir Gün’ filmi geldi. Ortada hiç bir neden yokken nasıl oldu da Beşiktaş o son saniye golünü yemedi? Normalde, yani bilimsel olarak bakıldığında, yemesi gerekirdi. İnanmayan önceki maçları hatırlasın, sizin de içiniz ürpermedi mi birden? O sarı formalı kaleci o uçan kafayı attığında top kendi oyuncusunun ensesinden döndü çünkü gördüm. Yoksa işler sebepsizce iyiye mi gidecek? Yoksa Beşiktaş kanserine çözüm mü bulundu? Artık beş dakikada Beşiktaş günleri geri mi geliyor? Ne güzel günlerdi vesselam, Metin – Ali –Feyyaz koyar, Beşiktaş şampiyon olurdu, şarkının yalancısıyım, kelime için ( bkz. koyar,) affedersinizJ

Ama bizim tribünlerimiz o meşhur besteleri ‘ Sevinmek için Sevmedik ‘ veya ‘Bir Derdim var Bin Dermana Bedel’  ( bunu not alsın herkes, uzun sözleri ile ezberlemesi zor olsa da, bu senenin hit şarkısı olur ) boşuna mı yaptı yani şimdi? Ne olacak şimdi, doktorların bile çare bulamadıkları, tıpta ender hastalık olarak tanımlanan, doktorların TUS sınavlarında ‘en kazık soru’ olarak nitelendirdikleri bu ‘Beşiktaş adlı kansere’ alışkın bu bünyeler şimdi sevinmeyi kaldırabilecekler mi? Düşünsenize ya her şey filmdeki gibi olursa? Ne bileyim, Cenk artık her maç kaplan kesilir, her topu doksandan çıkarırsa, İsmail soldan akıp Gareth Bale’e dönüşürse, İronman Egemen her maçta uçarak kafayla gol atarsa, Aurelio eskideki gibi 10 metrekare değil 60 metrekarede her topu örümcek gibi keserse, Necip Uysal hücuma nasıl gideceğini öğrenirse, Ekrem Dağ, Holosko her maç yedek kalmayı garantilerse, bu bünyeler buna nasıl alışacaklar peki? Eğer bize de film sonundaki gibi ‘happy ending’ olmayacaksa, olmasın bunlar lütfen, valla rahat bıraksınlar bizi, bu bünyeler alışmışken artık kansere, yesinler o golü arkadaş, biz zaten alışkınız acılara, her şey eskisi gibi devam etsin gitsinJ

Şakası ve benzerliği bir yana, filmi bir kenara bırakırsak, dün gece oynanan maçta gördüğüm manzara ‘yazı hayatıma’ başladığımdan beri arzuladığım, istediğim, bağırdığım takımı sahada bana gösterdi. Başta Carlos Carvalhal olmak üzere, sahada emeği geçen, terini akıtan, mücadele eden her takımım oyuncusuna teşekkür ederim, bizleri onurlandırdınız. Maçın skoru bizleri aldatmasın, skor ne olursa olsun, kankamın tabiri ile ‘Tsubasa’ çizgi filminde olsa ‘bölümler’ sürecek olan o pozisyon gol olmuş dahi olsa, Beşiktaş dün gece büyük bir ‘Aferin’ almıştır tüm taraflı-tarafsızından.

Bence şu anda Denizli dönemindeki o takımdaşlık, o hırs takıma geri geldi. Ancak, hala önümüzdeki günler için saha içinde aşılması gereken ufak detaylar mevcut. Bunları bizler kadar Carvalhal’in de gördüğüne eminim. Artık kale ( Rüştü veya Cenk ) oturdu, nihayet savunma da oturdu ( Hilbert, Egemen, Sivok, İsmail ) ancak ortasaha da hali hazırda sıkıntılar var. Dün geceki Aurelio, Ernst, Veli üçlüsü topu kesmeyi, savunmayı, topu dolaştırmayı çok iyi yapsalar da, maalesef geçmişleri ve yetenekleri gereği üçüncü bölgede aktiflikten uzak olduklarından, takımı o bölgede tutacak tek bölge kanatlar oluyor. Orada bulunan Simao ve Q7 aşırı yetenekli olsalar da topu orta sahanın yeteneksizliğinden dolayı kaleye uzak bölgede aldıklarından ikili markajda ya top eziyorlar ya da Almeida’yı çok nadir sayıda topta bulabiliyorlar, rakipler de buna kolayca önlem alabiliyor.

Çözüm iki şıkta gelebilir. Ya orta sahadaki Necip de dâhil 4’lü savunmacı daha ileriye çıkıp üçüncü bölgede top dolaştırıp kanatlara araya atacaklar, böylece Simao ve Q7 topu en tehlikeli olabilecekleri yerlerde alacaklar, yani ya kaleci ile karşılaşacaklar, ya da son top oynayıp Almeida’yı görecekler, böylece işleri kolaylaşacak, ya da bu ‘muhteşem’ dörtlünün bu yeteneğe sahip olmadığını ve Veli ile Necip hariç yaşları da ileri olduğundan ileriki yıllarda da olamayacaklarını düşünerek, o bölgenin gerçek sahiplerinin ( Guti Hernandez ve/veya Fernandes ) artık bu takıma geri kazandırılmaları gerekmektedir. Hiç biri olmayacaksa da bu bölgede bir an önce Pektemek formülü veya yeni bir transfer formülü gündeme gelmelidir.

Çünkü dün gece nasıl Necip – Aurelio değişikliğinin amacı bu takımı bir adım öne çıkarmak ise, bunun kesin sonucu ancak yukarıda bahsettiğim hallerden birisinde gerçekten gerçekleştirilebilinir. Bu da takımın son gerekli adımı atmasını sağlayacağından, sezon sonunda muhtemel bir Play- off Şampiyonluğu ile Avrupa Liginde çeyrek veya yarı final Spielberg’ün E.T’si gibi hiç de hayal gücü ürünü olmayacaktır.

Şimdi gelelim Bayram aralığındaki son engele, Ankara deplasmanında da 3 puan ve savaşmak dileklerimle,

Kalın Sağlıcakla,
04 Kasım 2011

Ali İnanç İnal